Barış Cihanoğlu | Selected Bio Texts
2020 - 2019 - 2018 /17
2016 /15 - 2014 - 2013
Çekim Yasası
"Dilsiz kıyametinin pençesinde bir kahraman"
Nietzsche'ye olduğu kadar, Hegel ve Marx'a da mal edilen “yaratıcı yıkım” ilkesinin Alman düşünsel iklimine Doğu mistisizminden taşındığı söylenir. Hindu üçlemesi Trimurti'de Tanrı'nın üçüncü yüzü olan Şiva, aynı anda hem yıkıcı hem yaratıcı gücü temsil eder. “Bir tapınak dikilecekse bu ancak bir diğerinin yıkılması pahasına gerçekleşir, yasa budur” diye yazar Nietzsche. Sanatta da durum farklı değildir, hatta denebilir ki “yaratıcı yıkım”, sanatın iç diyalektiğinin tarifi ve özüdür. Barış Cihanoğlu'nun yeni resim serisindeki çarpıcı “deformasyon”, tam da yaratıcı yıkım perspektifinden, eşdeyişle sanat tarihinin içinden bir bakışı gerektiriyor, o bakışı davet ediyor. Sanatın cüretkar yasası, araştırmasının olanca içtenliğiyle işliyor bu resimlerde. Bir dönemin aynı zamanda bir dönüm noktasına denk düştüğü, sanatçısına da yapıtları görenlere de heyecan veren bir araştırmanın olgunlaşmış ilk ürünleriyle karşı karşıyayız.
Bir yandan resmedilmiş nesneler doğadaki nesnelerle bire bir örtüşmeyeceği, diğer yandan artık sanatın önünde aşılması gereken böyle bir mimetik problem olmadığı içindir ki deformasyon, resmin, özellikle de figür resminin kaçınılmazı olmakla kalmaz, adeta hedefi haline gelir. Bir salt form sanatı olan resim, form bozumu veya yıkımı olmaksızın düşünülemez; fakat yine aynı nedenle, yani resim bir salt form sanatı olduğu için, resimde ancak form bilgisini duyuran ve form açısından bizi bozulmuş haliyle de ikna edebilen bir deformasyondan söz edebiliriz. Formasyon ve re-formasyon vurgusu yüksek, böyle bir de-formasyon, bilgi ister, cesaret ister, hakikat ister; aksi takdirde kolayca sırıtabilir, eğreti durup düşebilir. Sanatçının, hiçbir kavramın ışık tutmadığı imgesel karanlıkta forma tutunmaya çalışarak, el yordamıyla, bir başına yürümesini bir nebze olsun anlayabilir, hayalimizde canlandırabilir miyiz acaba? Yasalarını keşfetmek üzere, bilinmeyen bir evrenin kapısını aralamak, bir karadeliğin içine dalmaktır bu. Barış Cihanoğlu, farklı yasalarla işleyen bir evrenin kapısını açmış oldu bizlere. Sanat bilinci, şayet bir parça zahmetle buluşursa, bu evren karşısında heyecan duyacak ve onun yasalarına, içyüzüne dair kendine sorular soracaktır.
Sanat yapıtlarından oluşan bir evren tek boyutlu değildir kuşkusuz; sadece form boyutunu barındırmaz. Sanatçının asıl meselesi form boyutundaysa da sanat yapıtlarının hayatla, insanla, toplumla kurdukları daha doğrudan bir diyalog, Adorno'nun deyişiyle bir “hakikat içeriği” de mevcuttur. Heidegger, yapıtların bu içerik sayesinde bir dünya kurabildiklerini öne sürer. İçerik, büyük ölçüde arkaik karakterini sürdürürken, nasıl olup da yeni bir dünya kurabiliyor peki? Belki de sanat yapıtlarının en gizemli tarafı, alımlayıcı olarak bizlerin o dünyayı sanatçıyla birlikte nasıl kurduğumuzdur. Algılama, yorumlama süreçlerimiz kişisel öykümüzden, bakışımızdan derin, giderek bilinçdışı bir takım izler taşır. Bir sergide eserin altındaki imzanın yanına pek çok görünmez imza atılır aslında; bunlar, özgün öyküleriyle birer imza niteliğinde olan bakışımızın izleridir. Sanat yapıtının kavramsız imgesi, sonsuz katmanlı ve boşluğa düşürücüdür. Malzemeden imgeye, yapıtın duyusal varlığı, bütünüyle simgeselleştirilemeyen içeriğe, dil-ötesi boşluğa hizmet eder. Bilinmeyenin insan zihni tarafından insanca temellük edilmeye çalışılması yoluyla, yapıtın bizim için kurduğu dünyada sonuçta kendimizi buluruz, sanki bir aynada kendi görüntümüze bakar gibi; şu farkla ki o yansının kendi görüntümüz olduğundan bu kez o kadar emin olamayız.
“Yıllar boyu, insanoğlu bir boşluğu imgelerle, illerle, krallıklarla, dağlarla, körfezlerle, gemilerle, adalarla, balıklarla, odalarla, aletlerle, yıldızlarla, atlarla, insanlarla doldurur. Ölümünden az önce, usanmaz çizgi labirentinin kendi yüzünün imgesini oluşturduğunu anlar”. Sanat yaratısının ardındaki muğlak itki ve dürtüleri tam olarak açıklığa kavuşturamayız, yine de Borges'in bu sözlerle anlatmayı denediği gibi, Barış Cihanoğlu da belki kendi yüzünün imgesinin peşindedir, kim bilir. Toplu aile fotoğrafları; kucaklarında çocuklarıyla poz veren, Püriten görünümlü kadınlar; kravatlı babalar, delikanlılar; geniş, çoğu beyaz yakalı elbiseler, önlükler giyen kız çocukları, anneler... Daha önceki resimlerinde karşılaştığımız bez bebek, iri kafalı adam, ilkokul öğrencisi vb. figürlerde olduğu gibi, bütün bu figür ve konuların da Cihanoğlu'nun öyküsünde belirgin bir yeri olduğu açık. Fakat bu seriyle birlikte bir de yüz deformasyonu dahil oluyor öyküye. Kişisel üslubun rüştünü iyiden iyiye ispat ettiği, çok başarılı bir serginin ardından, açıkçası pek çok kişinin duracağı bir noktada, Barış neden durmadı, neden böyle yeni bir atılımla risk aldı acaba? Önemli olduğu için sorulması gerektiğini düşündüğüm bu sorunun cevabını bulmak aslında o kadar da zor değil. Başlangıç döneminden bu yana, Barış Cihanoğlu resmine dikkatle baktığınızda onun semboller, grotesk öğeler ve resimsel göndermelerin yoğun olduğu dışavurumcu, kimi zaman fov bir anlayışı yıllar içinde kendi yolculuğunda nasıl yalınlaştırdığını, form kaygısının resme yerleşmesini daha iyi anlıyorsunuz. Arayışın dinamizmi okunuyor onun veriminde. Ne mutlu (!) bize ki arayışı da dinamizmi de kuşkuyla karşılayan bir “sanat” ortamımız var; ama zanaat değil de sanat söz konusu olduğunda arayışsız, statik, ehlileşmiş bir şeyden bahsetmek ne derece doğru, nereye kadar mümkündür?
Bu sergide Barış Cihanoğlu'nun küçük daire tuvallerle başladığı, her biri birer maskı andıran, deforme yüzlerle ve figürü öne çıkaran, sade bir art alanla karakterize edebileceğimiz yeni bir dönemine ait resimleri görüyoruz. Renkte, bilhassa art alan renklerinde etkisini hemen hissettiren bir azalma, yalınlaşma var. Öyle ki çoğu resimde figürler yalnızca yaldızla ya da beyazla çevrilmiş durumdalar. Yaldız kullanımını tezhipten ya da Bizans mozaiklerinden aşina olduğumuz altın varakla ilintilendirebiliriz belki, ama burada aslolan, resimlerdeki sade art alanın fazlaca kontrast oluşturmaksızın figürü öne çıkarabilmesi. Verdikleri mimiğe, ifadeye yönelik izlenimle, kabaca mask diye tabir ettiğim dairesel resimlerin kiminde art alan figürle öyle bir birliktelik, öyle bir girişim içinde ki bu resimlerde belirgin bir art alandan söz etmek mümkün değil esasen. Yüzlerdeki deformasyonun ilerletildiği, büyük ebatlı tablolarda ise ifadenin yanı sıra figürlerarası kompozisyon da giriyor devreye. Deformasyonun masumiyet yitimini imleyebileceğini düşündürtecek biçimde, henüz okula gitmeyen, küçük yaştaki çocuklar genelde deformasyonun dışında tutulmuşlar; yine de bağımlılıklarını temsil eden, boyunlarında birer urgan ilmeği gibi duran önlük yakalarıyla resmediliyorlar. Figürlerdeki başlıca deformasyonu, yüzlerde tek tarafa doğru, yatay bir çekilme halinde izliyoruz. Baba figürünün yüzündeki çekilme daha geniş çaplı sanki. Ev geçindiren erkeklerin sorumlulukları ağır, kafaları binbir dert ve düşünceyle, taşınamayacak kadar şişmiş, ağırlaşmış, ağrıyor. O kadar ağrıyor ki kafalar öne düşüp gözler kapanıyor sonunda. Gözleri kapalı figürlerde ölüm masklarını andıran, hüzünlü, ama bir biçimde de erinçli bir ifade okunuyor. Tıpkı bazı kültürlerde orgazm için söylendiği gibi, bir tür “küçük ölüm” ifadesi. Çalışıp didinmekten yaşamayı unutmuş bu insanlar birer ölü mü, yoksa dayanılmaz kederin avcunda ölümcül bir teslimiyete mi bırakmışlar kendilerini?
Kadınların yüzlerinde ağızlarına da yayılan, bazen birbirlerine geçişecek denli fazla, uzunlamasına, fakat ince bir çekilme görüyoruz. Yetişkin erkeklerde baş bütünüyle çekilirken kadınlarda daha ziyade göz, ağız, yanak, yüz çekiliyor. Kızkardeşler, gelinler, belki de komşu kadınlar, benzer yazgılarıyla birbirlerine doğru çekiliyorlar yüzlerinden. Ev işleri, çocuk bakımı, ilgisizlik derken yıpranarak aynılaşmış kadınlar bunlar adeta. Öte yandan, yılgın olmalarına karşın, ne pahasına olursa olsun güzelliklerini yıllara inat korumak ister gibiler. Hafif aralık dudaklarıyla söyleyecekleri çok şey, edecekleri çok sitem var besbelli, fakat dilsizler. Konuşmak istediklerini konuşamıyorlar; usanç verici tekdüzelikte replikler, söylenmeler, çekiştirmeler düşmüş paylarına. O kadar dilsizler ki toplu aile fotoğrafında bir kadının ağzı, burnu bir sansür bandını andıran, kalın bir iki fırça darbesiyle kapatılmış. Yüzünde sadece korkuyla bakan gözlerini seçebildiğimiz bu kadının başının ardında da kötücül bir gölge, bir leke var. Elleri de gözleri kadar hüzünlü kadınların; kucaklarında bir çocuk olmasa bile elleri bir çocuğu tutar gibi ve kabullenmişlik içinde çoğunlukla kucaklarında kenetlenmiş, kelepçeli. Yalnız resmedilmiş kadınlarsa, artık duygusal bir ilişkinin karmaşası mı, yoksa başka bir sıkıntı mı, çözemedikleri bir şeyleri kafalarında evirip çeviriyor gibiler. Fakat tümü mutsuz, tümü dolaşık. Bu kadınlardan biri, esrarengiz bir biçimde, Mona Lisa'ya götürüyor beni. Neden, nasıl? Bir türlü bulamıyorum.
Figürlerin deformasyona uğratılan, çekilen kısmı yalnızca yüzleri. Bu da ister istemez insan yüzünü tekrar düşündürüyor bize: Yüzün simgesel anlamı nedir? Tüm uyaranları, sarsıntıları önce yüzümüzle karşılar ve sonra yine yüzümüzle yanısıtırız. Algıların, duyuların, ifadelerin yoğunlaştığı, gizi “yoğunluk” olan yüzün sorabilecekleri, dilin sorabileceklerinden fazladır. Yüz, bir “idea”dır, “yüce”den pay almıştır; “bir yüzünü göreyim” dediğimizde güzellik, “yüzüme bak” veya “bakacak yüzü yok” dediğimizde ise şahsiyet ve doğruluktur. Barış Cihanoğlu'nun resimlerindeki çekilmiş yüzler, yüzün sonuçta insan oluşla örtüştüğü bu simgesel düzeyde yorumlanabilir sanırım. Cihanoğlu, idealde ruhun aynası olarak düşündüğümüz, yalansız, saf yüzlerdeki bütün maskeleri çekip atmak istiyor sanki. Fakat yaşam kılığında ölümü giyinmiş yüzlerin gerçekte maskeye gereksinimi olmadığından, hakikatin sergilenmesi, hiç değilse bir kereliğine dile gelir gibi olması adına, maskelerin düşürülmesi değil de, bizzat maskeleşmiş yüzlerin yırtılması gerekecektir. Böylece “insan” adlı protagonisti bu dünyadaki tüm karanlığı ve ölümcül, sonsuz sıkıntısı içinde, yaldızlı uygarlık sahnesinin göz kamaştırıcı ışıkları altında yapayalnız, diz çökmüşken görebiliriz. Meydan mı okuyor, yoksa yalvarıyor mu? Konuşuyor mu, yoksa sayıklıyor mu? Yoksa sadece susuyor da arada bir usulca ağlayıp inliyor mu? Her durumda, sessiz sedasız bir Holbein nişanı gizliyor yüzünün ardında. Bekliyor, ürküyle ve dili döndüğü zamanlarda kıyametini çağırıyor.
"Dilsiz kıyametinin pençesinde bir kahraman"
Nietzsche'ye olduğu kadar, Hegel ve Marx'a da mal edilen “yaratıcı yıkım” ilkesinin Alman düşünsel iklimine Doğu mistisizminden taşındığı söylenir. Hindu üçlemesi Trimurti'de Tanrı'nın üçüncü yüzü olan Şiva, aynı anda hem yıkıcı hem yaratıcı gücü temsil eder. “Bir tapınak dikilecekse bu ancak bir diğerinin yıkılması pahasına gerçekleşir, yasa budur” diye yazar Nietzsche. Sanatta da durum farklı değildir, hatta denebilir ki “yaratıcı yıkım”, sanatın iç diyalektiğinin tarifi ve özüdür. Barış Cihanoğlu'nun yeni resim serisindeki çarpıcı “deformasyon”, tam da yaratıcı yıkım perspektifinden, eşdeyişle sanat tarihinin içinden bir bakışı gerektiriyor, o bakışı davet ediyor. Sanatın cüretkar yasası, araştırmasının olanca içtenliğiyle işliyor bu resimlerde. Bir dönemin aynı zamanda bir dönüm noktasına denk düştüğü, sanatçısına da yapıtları görenlere de heyecan veren bir araştırmanın olgunlaşmış ilk ürünleriyle karşı karşıyayız.
Bir yandan resmedilmiş nesneler doğadaki nesnelerle bire bir örtüşmeyeceği, diğer yandan artık sanatın önünde aşılması gereken böyle bir mimetik problem olmadığı içindir ki deformasyon, resmin, özellikle de figür resminin kaçınılmazı olmakla kalmaz, adeta hedefi haline gelir. Bir salt form sanatı olan resim, form bozumu veya yıkımı olmaksızın düşünülemez; fakat yine aynı nedenle, yani resim bir salt form sanatı olduğu için, resimde ancak form bilgisini duyuran ve form açısından bizi bozulmuş haliyle de ikna edebilen bir deformasyondan söz edebiliriz. Formasyon ve re-formasyon vurgusu yüksek, böyle bir de-formasyon, bilgi ister, cesaret ister, hakikat ister; aksi takdirde kolayca sırıtabilir, eğreti durup düşebilir. Sanatçının, hiçbir kavramın ışık tutmadığı imgesel karanlıkta forma tutunmaya çalışarak, el yordamıyla, bir başına yürümesini bir nebze olsun anlayabilir, hayalimizde canlandırabilir miyiz acaba? Yasalarını keşfetmek üzere, bilinmeyen bir evrenin kapısını aralamak, bir karadeliğin içine dalmaktır bu. Barış Cihanoğlu, farklı yasalarla işleyen bir evrenin kapısını açmış oldu bizlere. Sanat bilinci, şayet bir parça zahmetle buluşursa, bu evren karşısında heyecan duyacak ve onun yasalarına, içyüzüne dair kendine sorular soracaktır.
Sanat yapıtlarından oluşan bir evren tek boyutlu değildir kuşkusuz; sadece form boyutunu barındırmaz. Sanatçının asıl meselesi form boyutundaysa da sanat yapıtlarının hayatla, insanla, toplumla kurdukları daha doğrudan bir diyalog, Adorno'nun deyişiyle bir “hakikat içeriği” de mevcuttur. Heidegger, yapıtların bu içerik sayesinde bir dünya kurabildiklerini öne sürer. İçerik, büyük ölçüde arkaik karakterini sürdürürken, nasıl olup da yeni bir dünya kurabiliyor peki? Belki de sanat yapıtlarının en gizemli tarafı, alımlayıcı olarak bizlerin o dünyayı sanatçıyla birlikte nasıl kurduğumuzdur. Algılama, yorumlama süreçlerimiz kişisel öykümüzden, bakışımızdan derin, giderek bilinçdışı bir takım izler taşır. Bir sergide eserin altındaki imzanın yanına pek çok görünmez imza atılır aslında; bunlar, özgün öyküleriyle birer imza niteliğinde olan bakışımızın izleridir. Sanat yapıtının kavramsız imgesi, sonsuz katmanlı ve boşluğa düşürücüdür. Malzemeden imgeye, yapıtın duyusal varlığı, bütünüyle simgeselleştirilemeyen içeriğe, dil-ötesi boşluğa hizmet eder. Bilinmeyenin insan zihni tarafından insanca temellük edilmeye çalışılması yoluyla, yapıtın bizim için kurduğu dünyada sonuçta kendimizi buluruz, sanki bir aynada kendi görüntümüze bakar gibi; şu farkla ki o yansının kendi görüntümüz olduğundan bu kez o kadar emin olamayız.
“Yıllar boyu, insanoğlu bir boşluğu imgelerle, illerle, krallıklarla, dağlarla, körfezlerle, gemilerle, adalarla, balıklarla, odalarla, aletlerle, yıldızlarla, atlarla, insanlarla doldurur. Ölümünden az önce, usanmaz çizgi labirentinin kendi yüzünün imgesini oluşturduğunu anlar”. Sanat yaratısının ardındaki muğlak itki ve dürtüleri tam olarak açıklığa kavuşturamayız, yine de Borges'in bu sözlerle anlatmayı denediği gibi, Barış Cihanoğlu da belki kendi yüzünün imgesinin peşindedir, kim bilir. Toplu aile fotoğrafları; kucaklarında çocuklarıyla poz veren, Püriten görünümlü kadınlar; kravatlı babalar, delikanlılar; geniş, çoğu beyaz yakalı elbiseler, önlükler giyen kız çocukları, anneler... Daha önceki resimlerinde karşılaştığımız bez bebek, iri kafalı adam, ilkokul öğrencisi vb. figürlerde olduğu gibi, bütün bu figür ve konuların da Cihanoğlu'nun öyküsünde belirgin bir yeri olduğu açık. Fakat bu seriyle birlikte bir de yüz deformasyonu dahil oluyor öyküye. Kişisel üslubun rüştünü iyiden iyiye ispat ettiği, çok başarılı bir serginin ardından, açıkçası pek çok kişinin duracağı bir noktada, Barış neden durmadı, neden böyle yeni bir atılımla risk aldı acaba? Önemli olduğu için sorulması gerektiğini düşündüğüm bu sorunun cevabını bulmak aslında o kadar da zor değil. Başlangıç döneminden bu yana, Barış Cihanoğlu resmine dikkatle baktığınızda onun semboller, grotesk öğeler ve resimsel göndermelerin yoğun olduğu dışavurumcu, kimi zaman fov bir anlayışı yıllar içinde kendi yolculuğunda nasıl yalınlaştırdığını, form kaygısının resme yerleşmesini daha iyi anlıyorsunuz. Arayışın dinamizmi okunuyor onun veriminde. Ne mutlu (!) bize ki arayışı da dinamizmi de kuşkuyla karşılayan bir “sanat” ortamımız var; ama zanaat değil de sanat söz konusu olduğunda arayışsız, statik, ehlileşmiş bir şeyden bahsetmek ne derece doğru, nereye kadar mümkündür?
Bu sergide Barış Cihanoğlu'nun küçük daire tuvallerle başladığı, her biri birer maskı andıran, deforme yüzlerle ve figürü öne çıkaran, sade bir art alanla karakterize edebileceğimiz yeni bir dönemine ait resimleri görüyoruz. Renkte, bilhassa art alan renklerinde etkisini hemen hissettiren bir azalma, yalınlaşma var. Öyle ki çoğu resimde figürler yalnızca yaldızla ya da beyazla çevrilmiş durumdalar. Yaldız kullanımını tezhipten ya da Bizans mozaiklerinden aşina olduğumuz altın varakla ilintilendirebiliriz belki, ama burada aslolan, resimlerdeki sade art alanın fazlaca kontrast oluşturmaksızın figürü öne çıkarabilmesi. Verdikleri mimiğe, ifadeye yönelik izlenimle, kabaca mask diye tabir ettiğim dairesel resimlerin kiminde art alan figürle öyle bir birliktelik, öyle bir girişim içinde ki bu resimlerde belirgin bir art alandan söz etmek mümkün değil esasen. Yüzlerdeki deformasyonun ilerletildiği, büyük ebatlı tablolarda ise ifadenin yanı sıra figürlerarası kompozisyon da giriyor devreye. Deformasyonun masumiyet yitimini imleyebileceğini düşündürtecek biçimde, henüz okula gitmeyen, küçük yaştaki çocuklar genelde deformasyonun dışında tutulmuşlar; yine de bağımlılıklarını temsil eden, boyunlarında birer urgan ilmeği gibi duran önlük yakalarıyla resmediliyorlar. Figürlerdeki başlıca deformasyonu, yüzlerde tek tarafa doğru, yatay bir çekilme halinde izliyoruz. Baba figürünün yüzündeki çekilme daha geniş çaplı sanki. Ev geçindiren erkeklerin sorumlulukları ağır, kafaları binbir dert ve düşünceyle, taşınamayacak kadar şişmiş, ağırlaşmış, ağrıyor. O kadar ağrıyor ki kafalar öne düşüp gözler kapanıyor sonunda. Gözleri kapalı figürlerde ölüm masklarını andıran, hüzünlü, ama bir biçimde de erinçli bir ifade okunuyor. Tıpkı bazı kültürlerde orgazm için söylendiği gibi, bir tür “küçük ölüm” ifadesi. Çalışıp didinmekten yaşamayı unutmuş bu insanlar birer ölü mü, yoksa dayanılmaz kederin avcunda ölümcül bir teslimiyete mi bırakmışlar kendilerini?
Kadınların yüzlerinde ağızlarına da yayılan, bazen birbirlerine geçişecek denli fazla, uzunlamasına, fakat ince bir çekilme görüyoruz. Yetişkin erkeklerde baş bütünüyle çekilirken kadınlarda daha ziyade göz, ağız, yanak, yüz çekiliyor. Kızkardeşler, gelinler, belki de komşu kadınlar, benzer yazgılarıyla birbirlerine doğru çekiliyorlar yüzlerinden. Ev işleri, çocuk bakımı, ilgisizlik derken yıpranarak aynılaşmış kadınlar bunlar adeta. Öte yandan, yılgın olmalarına karşın, ne pahasına olursa olsun güzelliklerini yıllara inat korumak ister gibiler. Hafif aralık dudaklarıyla söyleyecekleri çok şey, edecekleri çok sitem var besbelli, fakat dilsizler. Konuşmak istediklerini konuşamıyorlar; usanç verici tekdüzelikte replikler, söylenmeler, çekiştirmeler düşmüş paylarına. O kadar dilsizler ki toplu aile fotoğrafında bir kadının ağzı, burnu bir sansür bandını andıran, kalın bir iki fırça darbesiyle kapatılmış. Yüzünde sadece korkuyla bakan gözlerini seçebildiğimiz bu kadının başının ardında da kötücül bir gölge, bir leke var. Elleri de gözleri kadar hüzünlü kadınların; kucaklarında bir çocuk olmasa bile elleri bir çocuğu tutar gibi ve kabullenmişlik içinde çoğunlukla kucaklarında kenetlenmiş, kelepçeli. Yalnız resmedilmiş kadınlarsa, artık duygusal bir ilişkinin karmaşası mı, yoksa başka bir sıkıntı mı, çözemedikleri bir şeyleri kafalarında evirip çeviriyor gibiler. Fakat tümü mutsuz, tümü dolaşık. Bu kadınlardan biri, esrarengiz bir biçimde, Mona Lisa'ya götürüyor beni. Neden, nasıl? Bir türlü bulamıyorum.
Figürlerin deformasyona uğratılan, çekilen kısmı yalnızca yüzleri. Bu da ister istemez insan yüzünü tekrar düşündürüyor bize: Yüzün simgesel anlamı nedir? Tüm uyaranları, sarsıntıları önce yüzümüzle karşılar ve sonra yine yüzümüzle yanısıtırız. Algıların, duyuların, ifadelerin yoğunlaştığı, gizi “yoğunluk” olan yüzün sorabilecekleri, dilin sorabileceklerinden fazladır. Yüz, bir “idea”dır, “yüce”den pay almıştır; “bir yüzünü göreyim” dediğimizde güzellik, “yüzüme bak” veya “bakacak yüzü yok” dediğimizde ise şahsiyet ve doğruluktur. Barış Cihanoğlu'nun resimlerindeki çekilmiş yüzler, yüzün sonuçta insan oluşla örtüştüğü bu simgesel düzeyde yorumlanabilir sanırım. Cihanoğlu, idealde ruhun aynası olarak düşündüğümüz, yalansız, saf yüzlerdeki bütün maskeleri çekip atmak istiyor sanki. Fakat yaşam kılığında ölümü giyinmiş yüzlerin gerçekte maskeye gereksinimi olmadığından, hakikatin sergilenmesi, hiç değilse bir kereliğine dile gelir gibi olması adına, maskelerin düşürülmesi değil de, bizzat maskeleşmiş yüzlerin yırtılması gerekecektir. Böylece “insan” adlı protagonisti bu dünyadaki tüm karanlığı ve ölümcül, sonsuz sıkıntısı içinde, yaldızlı uygarlık sahnesinin göz kamaştırıcı ışıkları altında yapayalnız, diz çökmüşken görebiliriz. Meydan mı okuyor, yoksa yalvarıyor mu? Konuşuyor mu, yoksa sayıklıyor mu? Yoksa sadece susuyor da arada bir usulca ağlayıp inliyor mu? Her durumda, sessiz sedasız bir Holbein nişanı gizliyor yüzünün ardında. Bekliyor, ürküyle ve dili döndüğü zamanlarda kıyametini çağırıyor.